اَلصَّوَرُ [eṡ-ṡaver] (fethateynle) Bir tarafa eğilmek maʹnâsınadır; yukâlu: صَوِرَ الشَّيْءُ صَوَرًا مِنَ الْبَابِ الرَّابِعِ إِذَا مَالَ
اَلصُّورُ [eṡ-ṡûr] (ṡâd’ın zammıyla) Düdük gibi çaldıkları boynuza denir, niteki Ḵalender tâ΄ifesi kullanırlar, savt maʹnâsından me΄hûzdur; yukâlu: نَفَخَ فِي الصُّورِ وَهُوَ قَرْنٌ يُنْفَخُ فِيهِ Ve
صُورُ [Ṡûr] sâhil-i Baḩr-i Şâm’da bir belde adıdır. Ve ʹAbdullâh b. Ṡûriyâ ki بُورِيَا [bûriyâ΄] veznindedir, Yehûd ahbârından bir kimsedir ki baʹde’l-İslâm mürtedd oldu.
اَلصَّوْرُ [eṡ-ṡavr] (دَوْرٌ [devr] vezninde) Seslenmek maʹnâsınadır; yukâlu: صَارَ الرَّجُلُ يَصُورُ صَوْرًا إِذَا صَوَّتَ Ve bir şey΄i bir tarafa doğru eğmek, ʹalâ-kavlin eğip düşürmek maʹnâsınadır; yukâlu: صَارَ الشَّيْءَ إِذَا أَمَالَهُ أَوْ هَدَّهُ Kâle fi’l-Esâs صَارَ عُنُقَهُ إِلَيَّ وَتَقُولُ صِرْتُ الْغُصْنَ لِأَجْتَنِيَ الثَّمَرَ Ve bir şey΄e imâle-i vech eylemek maʹnâsınadır ki yönelmek taʹbîr olunur; yukâlu: صَارَ وَجْهَهُ إِلَيْهِ يَصُورُهُ وَيَصِيرُهُ إِذَا أَقْبَلَ بِهِ Ve bir nesneyi fasl ve katʹ eylemek maʹnâsınadır; yukâlu: صَارَ الشَّيْءَ إِذَا قَطَعَهُ وَفَصَّلَهُ ve yukâlu: صَارَ الْحَاكِمُ الْحُكْمَ إِذَا قَطَعَهُ وَفَصَّلَهُ Ve
صَوْرٌ [ṡavr] İsm olur, hurde ve sagîr hurmâ ağaçlarına ʹalâ-kavlin bir yerde dertop müctemiʹ olanlarına denir. Cemʹi صِيرَانٌ [ṡîrân] gelir, نِيرَانٌ [nîrân] vezninde ve bunun müfredi yoktur. Ve nehrin kıyısına denir; yukâlu: قَعَدَ فِي صَوْرِ النَّهْرِ أَيْ شَطِّهِ Ve hurmâ ağacının köküne denir. Ve
صَوْرٌ [Ṡavr] Mardin kurbünde bir kalʹa adıdır. Ve boynun safhasına ıtlâk olunur; meyl maʹnâsından bi-maʹnâ mefʹûldür; yukâlu: ضَرَبَ صَوْرَهُ أَيْ لِيتَهُ يَعْنِي صَفْحَةَ عُنُقِهِ
اَلصُّوَرُ [eṡ-ṡuver] (ṡâd’ın zammı ve vâv’ın fethiyle) صُورَةٌ [ṡûret]in cemʹi. Ve Ḩasen “يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّوَرِ” kırâ΄at etti.
اَلصِّوَرُ [eṡ-ṡiver] (ṡâd’ın kesri ve vâv’ın fethiyle) Kezâlik صُورَةٌ [ṡûret]in cemʹidir. Ve bu صُوَرٌ [ṡuver]de lügattır, ṡâd’ın zammı ve vâv’ın fethiyle.
اَلصَّوَرُ [eṡ-saver] (fethateynle) Meyl maʹnâsınadır.
اَلصُّورُ [eṡ-ṡûr] (ṡâd’ın zammıyla ve vâv’ın sükûnuyla) Boynuz; ve minhu kavluhu taʹâlâ: ﴿يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ﴾ (الأنعام 73، طه 102، النبأ 18) Kelbî eyitti: لَا أَدْرِي مَا الصُّورُ Yaʹnî “Ben bilmezem ki صُورٌ [ṡûr] neye derler.” dedi. Ve baʹzılar eyitti: صُورٌ [ṡûr] صُورَةٌ [ṡûret]in cemʹidir, بُسْرٌ [busr]le بُسْرَةٌ [busret] gibi; أَيْ يُنْفَخُ فِي صُوَرِ الْمَوْتَى الْأَرْوَاحُ
اَلصَّوْرُ [eṡ-ṡavr] (ṡâd’ın fethi ve vâv’ın sükûnuyla) Şol hurmâ ağaçlarıdır ki hurde fidanları ola. Bu cemʹdir, vâhidi yoktur. Ve
صَوْرَةٌ [ṡavret] Başta olan gicik maʹnâsına da gelir; yukâlu: إِنِّي لَأَجِدُ فِي رَأْسِي صَوْرَةً أَيْ حَكَّةً
Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı