sulef ~ سُلَفٌ

Kamus-ı Muhit - سلف maddesi

اَلسُّلَفُ [es-Sulef] (صُرَدٌ [ṡurad] vezninde) Žu’l-Kelâʹ kabîlesinden bir batndır; aʹlâmdan Râfiʹ b. ʹAḵîb es-Sulefî ve Ḣâlid b. Maʹdîkereb ve birâderi ve sâ΄irleri ona mensûblardır. Ve

سُلَفٌ [sulef] Keklik kuşunun yavrusuna denir. Cemʹi سِلْفَانٌ [silfân] gelir, صِرْدَانٌ [ṡirdân] vezninde ve sîn’in zammıyla da câ΄izdir.

اَلسَّلَفُ [es-selef] (fethateynle) Zamân-ı mâzîde gelip geçmek maʹnâsınadır; yukâlu: سَلَفَ الشَّيْءُ سَلَفًا مِنَ الْبَابِ اْلأَوَّلِ إِذَا مَضَى Ve إِسْلاَفٌ [islâf] maʹnâsından ism olur ki سَلَمٌ [selem] maʹnâsına olur; Muʹâmelâttan bir gûnedir ki kabz-ı semen-i silʹa üzere takdîm ve taʹcîl olunur; yukâlu: أَخَذَهُ بِالسَّلَفِ أَيْ بِالسَّلَمِ وَهُوَ أَنْ يُعْطِيَ مَالاً فِي سِلْعَةٍ إِلَى أَجَلٍ مَعْلُومٍ بِزِيَادَةٍ فِي السِّعْرِ الْمَوْجُودِ عِنْدَ السَّلَفِ وَذَلِكَ مَنْفَعَةٌ لِلْمُسْلِفِ Bunun tarîkini mürâbahacılar hoşça bilirler. Şârih der ki muʹâmele-i merkûme bâb-ı mahsûstur. Mücmeli müsellemün fîh olan âcili re΄sü’l-mâl olan ʹâcil mukâbelesiyle beyʹ eylemektir. Sıfât ve şurût-ı ʹadîdesi vardır. Ve

سَلَفٌ [selef] Şol karz muʹâmelesine denir ki ondan karz veren adama dünyevî fâ΄idesi olmayıp istikrâz eden kimse hemân ʹaynını edâ ede. Bu karz-ı hasen taʹbîr ettikleridir. Mukrıza şükr ve sevâb menfaʹati kifâyet eder; yukâlu: أَعْطَاهُ سَلَفًا وَهُوَ الْقَرْضُ الَّذِي لاَ مَنْفَعَةَ فِيهِ لِلْمُقْرِضِ وَعَلَى الْمُقْتَرِضِ رَدُّهُ كَمَا أَخَذَهُ Ve bir adamın âhirete takdîm eylediği ʹamel-i sâlihe yâhûd sagîr iken vefâtıyla müte΄essir olduğu evlâdına ıtlâk olunur. Ve bir kimsenin sâbıkan geçen âbâ΄ ve akribâsına denir; cemʹi سُلاَّفٌ [sullâf] gelir sîn’in zammıyla ve أَسْلاَفٌ [eslâf] gelir. Muhaddisînden ʹAbdurraḩmân b. ʹAbdullâh es-Selefî ve sâ΄irleri سَلَفٌ [selef]-i mezkûra mensûblardır.

اَلسَّلْفُ [es-self] (sîn’in fethi ve lâm’ın sükûnuyla) Tarlayı zirâʹat için aktarmak, ʹalâ-kavlin sürgü ile düzeltmek maʹnâsınadır; yukâlu: سَلَفَ الْأَرْضَ سَلْفًا مِنَ الْبَابِ اْلأَوَّلِ إِذَا حَوَّلَهَا لِلزَّرْعِ أَوْ سَوَّاهَا بِالْمِسْلَفَةِ Ve

سَلْفٌ [self] ve

سُلُوفٌ [sulûf] (قُعُودٌ [ḵuʹûd] vezninde) Takaddüm eylemek maʹnâsınadır; yukâlu: سَلَفَ فُلاَنٌ سَلْفًا وَسُلُوفًا إِذَا تَقَدَّمَ Ve

سَلْفٌ [self] Tulumu yağlamak maʹnâsınadır; yukâlu: سَلَفَ الْمَزَادَةَ إِذَا دَهَنَهَا Ve

سَلْفٌ [self] Dağarcığa ʹalâ-kavlin büyüğüne yâhûd iyice dibâgat olunmamış meşine denir. Cemʹi أَسْلُفٌ [esluf] ve سُلُوفٌ [sulûf] gelir.

Vankulu Lugatı - سلف maddesi

اَلْأَسْلَافُ [el-eslâf] (hemzenin fethiyle) Cemʹi. Ve

اَلسُّلَّافُ [es-sullâf] (sîn’in zammı ve lâm’ın teşdîdiyle) Kezâlik سَلَفٌ [selef]in cemʹi, mütekaddim olan kimseler maʹnâsına. Ve

سَلَفٌ [selef] Kezâlik beyʹden bir nevʹdir ki onda semen taʹcîl olunup mebîʹin evsâfı zabt olunur, tâ ki müddet-i maʹlûmede kabz oluna.

اَلسَّلْفُ [es-self] (sîn’in fethi ve lâm’ın sükûnuyla) Yeri düz etmek; tekûlu: سَلَفْتُ الْأَرْضَ أَسْلُفُهَا سَلْفًا مِنَ الْبَابِ الْأَوَّلِ إِذَا سَوَّيْتَهَا بِالْمِسْلَفَةِ Ve

سَلْفٌ [self] Büyük dağarcığa dahi derler, enbân-ı ferâh maʹnâsına.

Sıradaki Maddeler

Arama ekranı

Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı