el-ʹaḋḋ ~ اَلْعَضُّ

Kamus-ı Muhit - العض maddesi

اَلْعَضُّ [el-ʹaḋḋ] (ʹayn’ın fethi ve ḋâd’ın teşdîdiyle) ve

اَلْعَضِيضُ [el-ʹaḋîḋ] (أَزِيزٌ [ezîz] vezninde) Bir nesneyi diş ile ısırmak maʹnâsınadır; tekûlu: عَضِضْتُهُ وَعَضِضْتُ عَلَيْهِ وَعَضَضْتُهُ وَعَلَيْهِ عَضًّا وَعَضِيضًا مِنَ الْبَابِ الرَّابِعِ وَالثَّالِثِ أَيْ مَسَكْتُهُ بِأَسْنَانِي أَوْ بِلِسَانِي

اَلْعُضُّ [el-ʹuḋḋ] (ʹayn’ın zammıyla) Deveye yutturdukları hamur yumağına denir. Ve yoncaya denir, قَتٌّ [ḵatt] maʹnâsına. Ve yalnızca arpa ile karışık buğdaya denir ki deveye ʹalef ederler yâhûd dövülmüş hurmâ çekirdeğiyle yoncaya denir ki kezâlik deveye ʹalef ederler; yâhûd dövülmüş çekirdek ile hamura ve arpaya denir ki birbirine katıp deveye yedirirler. Ve yerde kalan yoğun ağaca denir ki murâd omçasıdır. Ve bir yere biriktirilmiş kalın tomruklara denir. Ve kuru otluğa denir.

اَلْعِضُّ [el-ʹiḋḋ] (ʹayn’ın kesriyle) Fiʹl bi-maʹnâ fâʹildir, bed-hûy kimseye ıtlâk olunur; yukâlu: إِنَّهُ لَعِضٌّ أَيِ السَّيِّءُ الْخُلُقِ Ve nihâyet derecede fetânet ve ferâset ve belâgat sâhibi fehîm ve zîrek adama ıtlâk olunur; yukâlu: إِنَّهُ لَعِضٌّ أَيْ بَلِيغٌ مُنْكَرٌ يَعْنِي فَهِمٌ عَالِمٌ Ve cenkte bir kimsenin hemtâsına denir; yukâlu: هُوَ عِضُّهُ أَيْ قِرْنُهُ Ve bir nesneye kavî ve zâbit ve muktedir olan kimseye ıtlâk olunur, gûyâ ki o nesneyi عَضٌّ [ʹaḋḋ] ve zabt eder; yukâlu: إِنَّهُ لَعِضُّ سَفَرٍ أَيْ قَوِيٌّ عَلَيْهِ Ve mâla gereği gibi, takayyüd ve tîmâr ve ihtimâm eden adama ıtlâk olunur; yukâlu: فُلاَنٌ عِضُّ مَالٍ أَيْ قَيِّمٌ عَلَيْهِ Ve bahîl ve nâkese ıtlâk olunur, gûyâ ki mâlını ısırıp salıvermez. Ve yavuz ve şedîd adama ıtlâk olunur; yukâlu: رَجُلٌ عِضٌّ أَيْ بَخِيلٌ وَكَذَا شَدِيدٌ Ve âfet ve dâhiyeye ıtlâk olunur. Cemʹi عُضُوضٌ [ʹuḋûḋ]dur ʹayn’ın zammıyla. Ve minhu’r-rivâyetu’l-uhrâ fi’l-hadîsi: ḣاَلْخِلاَفَةُ بَعْدِي ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ يَكُونُ مَلِكٌ عَضُوضٌḢ كَمَا مَرَّ وَفِي رِوَايَةٍ ثُمَّ تَكُونُ مُلُوكٌ عُضُوضٌ بِالضَّمِّ Ve

عِضٌّ [ʹiḋḋ] Mutlakan dikenli çalı ağacının küçüklerine denir; bunda ʹayn’ın zammıyla da câ΄izdir. ʹAlâ-kavlin طَلْحٌ [ṯalḩ] ve عَوْسَجٌ [ʹavsec] ve سَلَمٌ [selem] ve سَيَالٌ [seyâl] ve سَرْحٌ [serḩ] ve عُرْفُطٌ [ʹurfuṯ] ve سَمُرٌ [semur] ve شَهَبَانٌ [şebehân] ve كَنَهْبَلٌ [kenehbel] dedikleri dikenli bâdiye ağaçlarına ıtlâk olunur. Bunların her biri mâddelerinde mersûmdur. Ve

عِضٌّ [ʹiḋḋ] Açılması pek düşvâr olan kilîde ıtlâk olunur; yukâlu: غَلَقٌ عِضٌّ أَيْ لاَ يَكَادُ يَنْفَتِحُ

Vankulu Lugatı - العض maddesi

اَلْعَضُّ [el-ʹaḋḋ] (ʹayn’ın fethi ve ḋâd’ın teşdîdiyle) Isırmak; yukâlu: عَضِضْتُ بِاللُّقْمَةِ فَأَنَا أَعَضُّ مِنَ الْبَابِ الرَّابِعِ Ve عَضَضْتُ fethle yaʹnî bâb-ı evvelden lügattır رِبَابٌ [ribâb]da. Ve رِبَابٌ [ribâb] râ’nın kesriyle şol kavmdir ki kabâ΄il-i muhtelifeden cemʹ ola; yukâlu: عَضَّهُ وَعَضَّ بِهِ وَعَضَّ عَلَيْهِ

اَلْعُضُّ [el-ʹuḋḋ] (ʹayn’ın zammıyla) Ehl-i emsâr olanların davara verdikleri ʹaleftir küspe gibi ki şırlagan yağının çöküntüsüdür ve dövülmüş çekirdek gibi.

اَلْعِضُّ [el-ʹiḋḋ] (ʹayn’ın kesriyle) Şol kimsedir ki ziyâde zîrek olup gâyet belîg ola; yukâlu: عَضِضْتَ يَا رَجُلُ مِنَ الْبَابِ الرَّابِعِ أي صِرْتَ عِضًّا Ve

عِضٌّ [ʹiḋḋ] Bir nesnenin üzerine kavî olan kimseye de derler; yukâlu: فُلَانٌ عِضُّ مَالٍ أَيْ شَدِيدُ الْقِيَامِ عَلَيْهِ وَعِضُّ سَفَرٍ أَيْ قَوِيٌّ عَلَيْهِ Ve

عِضٌّ [ʹiḋḋ] Şol kilîde dahi derler ki çetin olup açılmaya; yukâlu: غَلَقٌ عِضٌّ إِذَا كَانَ لَا يَكَادُ يَنْفَتِحُ Ve

عِضٌّ [ʹiḋḋ] Şol dikenli ağaca derler ki kiçirek ola; yukâlu: هَذَا بَلَدٌ بِهِ عِضٌّ

Sıradaki Maddeler

Arama ekranı

Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı