اَلْعَقَرُ [el-ʹaḵar] (fethateynle) Bir adama nâgehânî bir havf ʹârız olmakla olduğu mahalden bir hatve ileri geri gitmeğe kâdir olmayıp öylece kalmak, ʹalâ-kavlin medhûş olmak maʹnâsınadır; yukâlu: عَقِرَ الرَّجُلُ عَقَرًا مِنَ الْبَابِ الرَّابِعِ
اَلْعَقِرُ [el-ʹaḵir] (كَتِفٌ [ketif] vezninde) Şol kuşa denir ki kanadının yeleğine bir âfet isâbet eylemekle dökülüp bir dahi yerinde çıkmamış ola; yukâlu: طَائِرٌ عَقِرٌ إِذَا صَارَ قَدْ أَصَابَ فِي رِيشِهِ آفَةٌ فَلَمْ يَنْبُتْ Ve
عَقِرَةٌ [ʹaḵiret] (hâ’yla) Tahvîf olunmadıkça su içmez olan nâkaya denir.
اَلْعَقْرُ [el-ʹaḵr] (فَقْرٌ [faḵr] vezninde) ve
اَلْعُقْرُ [el-ʹuḵr] (ʹayn’ın zammıyla) ve
اَلْعُقَارُ [el-ʹuḵâr] (غُرَابٌ [ġurâb] vezninde) Bunlar da kısır olmak maʹnâsınadır; yukâlu: عَقَرَتِ النَّاقَةُ عَقْرًا وَعُقْرًا وَعُقَارًا مِنَ الْبَابِ الثَّانِي إِذَا صَارَتْ عَاقِرًا
اَلْمِعْقَارُ [el-miʹḵâr] ve
اَلْمِعْقَرُ [el-miʹḵar] (مِنْبَرٌ [minber] vezninde) ve
اَلْمُعْقِرُ [el-muʹḵir] (مُحْسِنٌ [muḩsin] vezninde) ve
اَلْعُقَرَةُ [el-ʹuḵaret] (هُمَزَةٌ [humezet] vezninde) ke-mâ zukire ve
اَلْعُقَرُ [el-ʹuḵar] (صُرَدٌ [ṡurad] vezninde) ve
اَلْعَاقُورُ [el-ʹâḵûr] Şol eyere ve semere denir ki dâbbenin sırtını yağır eder ola; yukâlu: سَرْجٌ مِعْقَارٌ وَمِعْقَرٌ وَمُعْقِرٌ وَعُقَرَةٌ وَعُقَرٌ وَعَاقُورٌ أَيْ غَيْرُ وَاقٍ بِعَقْرِ الظَّهْرِ Ve
عُقَرَةٌ [ʹuḵaret] (هُمَزَةٌ [humezet] vezninde) ve
عُقَرٌ [ʹuḵar] (صُرَدٌ [ṡurad] vezninde) ve
مِعْقَرٌ [miʹḵar] (مِنْبَرٌ [minber] vezninde) Şol adama denir ki devenin üzerine pek varır olmakla sırtını yağır eder ola; yukâlu: رَجُلٌ عُقَرَةٌ وَعُقَرٌ وَمِعْقَرٌ إِذَا كَانَ يَعْقِرُ الْإِبِلَ مِنْ إِتْعَابِهِ لَهَا Ve
مُعْقِرٌ [muʹḵir] (مُحْسِنٌ [muḩsin] vezninde) ʹAkâr ve emlâki çok adama denir; yukâlu: رَجُلٌ مُعْقِرٌ أَيْ كَثِيرُ الْعَقَارِ
اَلْعَقْرُ [el-ʹaḵr] (ʹayn’ın fethi ve ḵâf’ın sükûnuyla) Yaralamak, جَرْحٌ [cerḩ] maʹnâsına. Ve sinirlemeğe dahi derler; yukâlu: عَقَرَهُ مِنَ الْبَابِ الثَّانِي إِذَا جَرَحَهُ أَوْ قَطَعَ عُرْقُوبَهُ Ve hurmâ ağacının başın hurmâ göbeğiyle bile kesmeğe dahi derler; tekûlu: عَقَرْتُ النَّخْلَ إِذَا قَطَعْتَ رَأْسَهُ مَعَ الْجُمَّارِ Ve جُمَّارٌ [cummâr] cîm’in zammı ve mîm’in teşdîdiyle hurmâ göbeğine derler. Ve
عَقْرٌ [ʹaḵr] Davarın arkasın yağır etmeğe dahi derler; tekûlu: عَقَرْتُ ظَهْرَ الْبَعِيرِ عَقْرًا إِذَا أَدْبَرْتَ وَعَقَرْتَ السَّرْجَ فَانْعَقَرَ Ve
عَقْرٌ [ʹaḵr] Habs etmeğe dahi derler; ve minhu kavluhum: عَقَرْتَ بِي أَيْ أَطَلْتَ حَبْسِي كَأَنَّكَ عَقَرْتَ بَعِيرِي فَلَا أَقْدِرُ عَلَى السَّيْرِ Ve
عَقْرٌ [ʹaḵr] Bir kişinin ayağı sağken havf ve dehşetten yürümeğe ve cenk etmeğe kâdir olmamak; tekûlu minhu: عَقِرْتُ مِنَ الْبَابِ الرَّابِعِ أَيْ دَهِشْتُ Ve minhu kavlu ʹÖmer radıyallâhu ʹanhu: “فَعَقِرْتُ حَتَّى خَرَرْتُ إِلَى الْأَرْضِ” Ve
عَقْرٌ [ʹaḵr] Kasra ve her binâ-i mürtefiʹa derler. Ve
عَقْرٌ [ʹAḵr] Bâbil vilâyetinde bir yerin adıdır ki Yezîd b. Muhelleb onda katl olundu. Ve
عَقْرٌ [ʹaḵr] Her nesnenin aslına da derler. Ve Aṡmaʹî eyitti: عَقْرُ دَارٍ [ʹaḵru dâr] dârın aslıdır ki o kavmin mahallesidir. Ve bir kimseye bed-duʹâ etmeli olsalar جَدْعًا لَهُ وَعَقْرًا وَحَلْقًا derler, yaʹnî Ḩak taʹâlâ onun burnun ve kulağın düşürsün ve cesedin yaralayıp ona boğaz ağrısın musallat etsin. Ve جَدْعٌ [cedʹ] cîm’le ve dâl ve ʹayn-ı mühmeteyn iledir. Ve
اَلْعَقِيرُ [el-ʹaḵîr] (ʹayn’ın fethi ve ḵâf’ın kesri ve meddiyle) Yaralı kimse.
اَلْعُقَرُ [el-ʹuḵar] (ʹayn’ın zammı ve ḵâf’ın fethiyle) ve
اَلْعُقَرَةُ [el-ʹuḵaret] (ʹayn’ın zammı ve ḵâf’ın fethiyle) Davar arkasın cirâhat eden eyer; yukâlu: سَرْجٌ عُقَرٌ وَعُقَرَةٌ أَيْ مُعَقِّرٌ غَيْرُ وَاقٍ Ve عَقُورٌ [ʹaḵûr] ıtlâk olunmaz illâ zî-rûh olanda. Ve
عُقَرَةٌ [ʹuḵaret] Kezâlik şol boncuğa derler ki nisâ tâ΄ifesi uçkur yerinde götürürler, hâmile olmak için. Ve ʹArabların “عُقَرَةُ الْعِلْمِ النِّسْيَانُ” dedikleri bundan me΄hûzdur.
اَلْعُقْرُ [el-ʹuḵr] (ʹayn’ın zammı ve ḵâf’ın sükûnuyla) ʹAvret ve sâ΄ir hayvân doğurmaz olmak; yukâlu: لَقِحَتِ النَّاقَةُ عَنْ عُقْرٍ Yaʹnî doğurmadan kaldıktan sonra hâmile oldu; ve yukâlu: عَقُرَتِ الْمَرْأَةُ يَعْقُرُ عُقْرًا مِنَ الْبَابِ الْخَامِسِ إِذَا صَارَتْ عَاقِرًا مِثْلُ حَسُنَتْ حُسْنًا Ebû Zeyd rivâyeti üzere. Ve
عُقْرٌ [ʹuḵr] Kezâlik ʹavretin mehrine dahi derler, kaçan şübhe üzere vat΄ olunsa. Ve
بَيْضَةُ الْعُقْرِ [beyḋatu’l-ʹuḵr] Kezâlik ʹArabların zuʹm ettiği üzere horoz yumurtasıdır, zîrâ horoz ʹömründe bir kerre yumurtlar. Ve onun yumurtası bir cins yumurtadır ki kiçirektir, uzunluğuna mâyildir. بَيْضَةُ الْعُقْرِ [beyḋatu’l-ʹuḵr] dediklerine bâʹis budur ki bikrin bekâreti onunla tecribe olunur. Ve bundan me΄hûzdur ʹArabların “كَانَتْ بَيْضَةَ الْعُقْرِ” dedikleri şol inʹâm hakkında ki bir kerre vâkiʹ ola. Baʹzılar eyitti: بَيْضَةُ الْعُقْرِ [beyḋatu’l-ʹuḵr] ʹArabların “بَيْضَةُ الْأَنُوقِ وَالْأَبْلَقُ الْعَقُوقُ” dedikleri gibidir ki bu mahâl mertebesinde olan nesnede istiʹmâl olunur. Ve أَنُوقٌ [enûḵ] hemzenin fethi ve nûn’un zammıyla kerkes dedikleri kuştur ki yüce dağlarda sarp yerlerde yumurtlamağın yumurtasına kimse zafer bulamaz. Ve أَبْلَقُ [eblaḵ] şol erkek attır ki levni ak ile siyâh karışık ola. Ve عَقُوقٌ [ʹaḵûk] ʹayn’ın fethi ve ḵâf’ın zammıyla hâmile demektir, erkek at hâmile olmak hod muhâldır. Ve
عُقْرُ النَّارِ [ʹuḵru’n-nâr] Âteşin orta yeri ve muʹzamı. Ve
عُقْرُ الْحَوْضِ [ʹuḵru’l-ḩavḋ] Havuzun mu΄ahhar olan yeridir ki deve suvada vardıkta onda karâr eder, عُقْرٌ [ʹuḵr] ve عُقُرٌ [ʹuḵur] derler ḵâf’ın sükûnu ve zammıyla,عُسْرٌ [ʹusr]le عُسُرٌ [ʹusur] gibi. Ve
عُقْرُ دَارٍ [ʹuḵru dâr] Duvarın aslına dahi derler, ehl-i Medîne lügati üzere.
Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı