el-ʹaber ~ اَلْعَبَرُ

Kamus-ı Muhit - العبر maddesi

اَلْعَبَرُ [el-ʹaber] (fethateynle) ʹİbret] almak, iʹtibâr maʹnâsınadır; yukâlu: عَبِرَ مِنْهُ عَبَرًا مِنَ الْبَابِ الرَّابِعِ إِذَا اعْتَبَرَ ve minhu kavlu’l-ʹArab: “اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِمَّنْ يَعْبَرُ الدُّنْيَا وَلاَ يَعْبُرُهَا” Evvelki bâb-ı râbiʹden ve ikinci bâb-ı evveldendir. Hâsıl-ı maʹnâ: “İlâhî, beni dünyâdan ʹibret almaksızın cânib-i âhirete ʹubûr eylemeyip belki iʹtibâr ile rızâ-yı şerîfine muvâfık ʹibâdâta muvaffak olan ʹibâdından olmayı müyesser eyle.” Ve duʹâ-yı merkûm bi’l-iktizâ΄ tûl-i ʹömr ve ʹâfiyet niyâzını mutazammındır.

اَلْعَبْرُ [el-ʹabr] (صَبْرٌ [ṡabr] vezninde) ve

اَلْعِبَارَةُ [el-ʹibâret] (كِتَابَةٌ [kitâbet] vezninde) Düş yoymak maʹnâsınadır; yukâlu: عَبَرَ الرُّؤْيَا عَبْرًا وَعِبَارَةً مِنَ الْبَابِ اْلأَوَّلِ إِذَا فَسَّرَهَا وَأَخْبَرَ بِآخِرِ مَا يَؤُولُ إِلَيْهِ أَمْرُهَا

اَلْعُبْرُ [el-ʹubr] (ʹayn’ın zammıyla) Hüzn ve endûhtan nâşî gözün kızgınlığına denir ki ağlamak mukaddimesi olan hâlettir; fethateynle de lügattir; yukâlu: أَرَاهُ عُبْرَ عَيْنِهِ وَعَبَرَ عَيْنِهِ أَيْ سُخْنَتَهَا Yaʹnî “Onu sevmemekten yâhûd mahzûn ve endûh-nâk olmaktan nâşî ona gözünün germiyyetini yaʹnî bükâ eyleyecek emâre ve ʹalâmetini irâ΄et eyledi.” Kâle’ş-şârih ve fî hadîsi Ummi Zerʹ: “وَعُبْرَ جَارَتِهَاḢ أَيْ أَنَّ ضَرَّتَهَا تَرَى مِنْ عِفَّتِهَا مَا تُعْتَبَرُ وَقِيلَ إِنَّهَا تَرَى مِنْ جَمَالِهَا مَا يُعَبِّرُ عَيْنَهَا أَيْ مَا يُسْخِنُهَا وَيُبْكِيهَا وَمِنْهُ الْعَيْنُ الْعَبْرَى Ve

عُبْرٌ [ʹubr] Çok şey΄e ıtlâk olunur. Ve cemâʹate ıtlâk olunur. Ve bir kabîle adıdır. Ve veledi vefât eylemiş hatuna ıtlâk olunur; yukâlu: إِمْرَأَةٌ عُبْرٌ أَيِ الثَّكْلَى Ve şiddet ve sürʹatle seyr eden sehâblara ıtlâk olunur; bunda عَابِرٌ [ʹâbir]in cemʹi olur. Ve tavşancıl kuşuna ıtlâk olunur.

اَلْعِبْرُ [el-ʹibr] (ʹayn’ın kesri ve fethiyle) Derenin ve çayın kıyısına ıtlâk olunur ki öte geçecek yeridir; yukâlu: اَلْفُرَاتُ يَضْرِبُ الْعِبْرَيْنِ بِالزَّبَدِ وَهُمَا شَطَّاهُ وَنَاحِيَتَاهُ Ve

عِبْرٌ [ʹibr] (hârekât-ı selâsla) Şol hayvâna ve insâna ıtlâk olunur ki be-gâyet kavî ve tüvânâ olmakla mürûr eylediği yeri gûyâ ki şakk edip öylece ʹubûr eder ola. Ve bunun müfredi ve cemʹi müsâvîdir; yukâlu: نَاقَةٌ عِبْرُ أَسْفَارٍ مُثَلَّثَةً أَيْ قَوِيَّةٌ تَشُقُّ مَا مَرَّتْ بِهِ وَكَذَا رَجُلٌ وَرِجَالٌ وَجَمَلٌ وَجِمَالٌ Ve

عِبْرٌ [ʹibr] (ʹayn’ın kesriyle) Kesîrü’l-ehl olan meclise vasf olur; ʹayn’ın fethiyle de lügattir; yukâlu: مَجْلِسٌ عِبْرٌ وَمَجْلِسٌ عَبْرٌ أَيْ كَثِيرُ الْأَهْلِ Ve

عِبْرٌ [ʹİbr] Nehr-i Furât’ın cânib-i garbîsinden berriyye-i ʹAraba kadar mümtedd olan arza ıtlâk ederler. Ve bir kabîle adıdır.

Vankulu Lugatı - العبر maddesi

اَلْعَبَرُ [el-ʹaber] (fethateynle) Gözde olan harârettir ki ona ağlamak tertîb olur.

اَلْعُبُورُ [el-ʹubûr] (zammeteynle) ve

اَلْعَبْرُ [el-ʹabr] (ʹayn’ın fethi ve bâ’nın sükûnuyla) Geçmek, gerek sudan geçmek olsun gerek gayrıdan olsun, Aṡmaʹî eyitti: عَبَرْتُ الْكِتَابَ أَعْبُرُهُ عَبْرًا Kaçan sen onu kendi nefsinde tefekkür edip refʹ-i savt etmesen.

اَلْعُبْرُ [el-ʹubr] (ʹayn’ın zammı ve bâ’nın sükûnuyla) Bi-maʹnâhu; yukâlu: لِأُمِّهِ الْعُبْرُ وَالْعَبَرُ وَرَأَى فُلَانٌ عُبْرَ عَيْنِهِ Ve

عُبْرٌ [ʹubr] Cânib maʹnâsına da gelir; yukâlu: هَذَا عُبْرُ النَّهْرِ أَيْ شَطُّهُ وَجَانِبُهُ Ve bir husûsta devâm üzere olmağa dahi derler; yukâlu: جَمَلٌ عُبْرُ أَسْفَارٍ وَجِمَالٌ عُبْرُ أَسْفَارٍ وَنَاقَةٌ عُبْرُ أَسْفَارٍ يَسْتَوِي فِيهِ الْوَاحِدُ وَالْجَمْعُ وَالْمُؤَنَّثُ مِثْلُ الْفُلْكِ أَيْ لَا يَزَالُ يُسَافَرُ عَلَيْهِ وَكَذَلِكَ عِبْرُ أَسْفَارٍ بِالْكَسْرِ Ve

عُبْرٌ [ʹubr] (kezâlik zammıyla) كَثِيرٌ maʹnâsına gelir, Ebû ʹUbeyd, Aṡmaʹîden rivâyet ettiği üzere.

Sıradaki Maddeler

Arama ekranı

Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı