eṡ-ṡuffet ~ اَلصُّفَّةُ

Kamus-ı Muhit - الصفة maddesi

اَلصُّفَّةُ [eṡ-ṡuffet] (ṡâd’ın zammıyla) Maʹrûftur ki hânelerde olan eyvâna ve sedd ve seki gibi yüksekçe nişîmene denir; tahrîfle sofa taʹbîr olunur. أَهْلُ الصُّفَّةِ [ehlu’ṡ-ṡuffet] ona muzâftır ki muhâcirînden mekân ve menzilleri olmayan baʹzı zevât-ı kirâm idiler, dâ΄imâ suffe-i mescid-i nebevîde sâkin ve orada beytûtet edip agniyâ-yı ashâb vech-i maʹâşlarını idâre ederler idi. Ve

صُفَّةُ السَّرْجِ [ṡuffetu’s-serc] Eyerin iki kaşı aralığına denir ki Türkmenler yapık ve eğer davlumbazı taʹbîr ederler ki tabl-bâz muharrefidir. Ve

صُفَّةُ الدَّهْرِ [ṡuffetu’d-dehr] Zamândan bir hengâma ıtlâk olunur; tekûlu: عِشْنَا صُفَّةً مِنَ الدَّهْرِ أَيْ زَمَانًا مِنْهُ

اَلْوَصْفُ [el-vaṡf] (vâv’ın fethi ve ṡâd’ın sükûnuyla) ve

اَلصِّفَةُ [eṡ-ṡifet] (عِدَةٌ [ʹidet] vezninde) Bir nesneyi sıfatlamak maʹnâsınadır ki hulkan ve halkan ʹalâyimini taʹdâd ve beyân eylemekten ʹibârettir; yukâlu: وَصَفَ الشَّيْءَ يَصِفُهُ وَصْفًا وَصِفَةً إِذَا نَعَتَهُ Şârih der ki vech-i mezkûr üzere وَصْفٌ [vaṡf] ve صِفَةٌ [ṡifat] masdarlardır, وَعْدٌ [vaʹd] ve عِدَةٌ [ʹidet] gibi, baʹdehu nahviyyûn ve mütekellimûn bunları ism olarak istiʹmâl eylediler. Ve baʹzılar نَعْتٌ [naʹt] ile وَصْفٌ [vaṡf] beynini fark eder, lâkin mü΄ellife göre mürâdiftir. İntehâ. Ve henüz merkûb olan tay hoş-hûy olmakla gördüğü nesnelerden aslâ ürküp ve irkilmeyip ona teveccühle râst yoluna gider olmak maʹnâsına müstaʹmeldir, gûyâ ki meşy ve seyri vasf ve icâde eder, yukâlu: وَصَفَ الْمُهْرُ إِذَا تَوَجَّهَ لِشَيْءٍ مِنَ حُسْنِ السِّيرَةِ Kâle’ş-şârih ve fi’l-Esâs: يُقَالُ لِلْمُهْرِ إِذَا تَوَجَّهَ وَاَخَذَ فِي حُسْنِ السِّيرَةِ هَذَا مَهْرٌ قَدْ وَصَفَ أَيْ وَصَفَ الْمَشْيَ وَأَجَادَ

Vankulu Lugatı - الصفة maddesi

اَلصُّفَّةُ [eṡ-ṡuffet] (ṡâd’ın zammıyla) Evin yüksek yeri ki maʹrûftur. Ve eyerin iki kaşının en yerine dahi derler.

اَلصِّفَةُ [eṡ-ṡifet] (ṡâd’ın kesriyle) Bi-maʹnâhu; yukâlu: وَصَفْتُ الشَّيْءَ وَصْفًا وَصِفَةً وَالْهَاءُ عِوَضٌ مِنَ الْوَاوِ Ve

صِفَةٌ [ṡifet] Bir kimsenin zâtıyla kâ΄im olan hâlete dahi derler, ʹilm gibi sevâd gibi. Ammâ nahviyyûn صِفَةٌ [ṡifet]le bu maʹnâyı dilemezler, zîrâ صِفَةٌ [ṡifet] onlar katında şol lafzdır ki bir nesneye naʹt vâkiʹ ola, yâ ism-i fâʹil olmakla yâhûd ism-i mefʹûl olmakla yâhûd onlar maʹnâsında olan nesne olmakla, şibh ve misl gibi; meselâ رَأَيْتُ أَخَاكَ الطَّرِيفَ dediklerinde أَخٌ mevsûf ve اَلطَّرِيفُ sıfattır derler. Bu cihetten bir şey΄ sıfatına muzâf olmaz dediler, nefsine muzâf olmadığı gibi, zîrâ onlar katında sıfat mevsûftan ʹibârettir, طَرِيفٌ [ṯarîf] أَخٌ [aḣ] kendi olduğu için.

Sıradaki Maddeler

Arama ekranı

Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı