el-ʹaraḋ ~ اَلْعَرَضُ

Kamus-ı Muhit - العرض maddesi

اَلْعَرَضُ [el-ʹaraḋ] (fethateynle) Koyun ifrâtla otlamaktan çatlamak maʹnâsınadır; yukâlu: عَرِضَ الشَّاءُ عَرَضًا مِنَ الْبَابِ الرَّابِعِ إِذَا انْشَقَّ مِنْ كَثْرَةِ الْعُشْبِ أَيْ رَعْيِهِ Ve

عَرَضٌ [ʹaraḋ] Metâʹ maʹnâsınadır. Ve altından ve akçeden gayrı mâla denir, niteki râ’nın sükûnuyla عَرْضٌ [ʹarḋ] dahi denir, onlarda sebât olmadığı için; yukâlu: نَالَ عَرَضًا كَثِيرًا وَهُوَ الْمَتَاعُ وَكَذَا كُلُّ شَيْءٍ سِوَى النَّقْدَيْنِ Ve insâna hâdis ve ʹârız olan maraz ve keder ve meşgale makûlesi hâlete denir. Ve hutâm-ı dünyâya denir. Ve mutlakan mâla denir, az olsun çok olsun; kâle’ş-şârih ve minhu’l-hadîsu: ḣلَيْسَ الْغِنَي عَنْ كَثْرَةِ الْعَرَضِ إِنَّمَا الْغِنَي غِنَي النَّفْسِḢ Ve

عَرَضٌ [ʹaraḋ] Ganîmete denir. Ve hırs ve tamaʹ maʹnâsınadır; yukâlu: مَا هَذَا الْعَرَضُ أَيِ الطَّمَعُ Ve devâm ve sebâtı olmayan şey΄in ismidir. Şârih der ki baʹzılar ḣاَلدُّنْيَا عَرَضٌ حَاضِرٌ يَأْكُلُ مِنْهُ الْبَرُّ وَالْفَاجِرُḢ hadîsini bununla tefsîr eylediler. Ve mütekellimûn bi-nefsihî kıyâm ve sebâtı olmayıp ancak cevher ile kâ΄im olan şey΄i bundan istiʹâre eylediler, elvân ve tuʹûm gibi. Ve

عَرَضٌ [ʹaraḋ] Bir nesneye ʹalâ-gafletin nâgehânî isâbet eylemeğe denir; ve minhu kavluhum أَصَابَهُ سَهْمُ عَرَضٍ بِالْإِضَافَةِ إِذَا تُعُمِّدَ بِهِ غَيْرُهُ Yaʹnî “Bir nesne kasdıyla atılan ok filâna dokundu.” Ve kezâ yukâlu: عُلِّقْتُهَا عَرَضًا عَلَى بِنَاءِ الْمَجْهُولِ أَيِ اعْتَرَضَتْ فَهَوِيتُهَا Yaʹnî “Filân mahbûba min-gayri kasdin nâgehânî yoluma çıkmakla görüp ona ʹâşık ve meftûn oldum.”

اَلْعَرْضُ [el-ʹarḋ] (فَرْضٌ [farḋ] vezninde) Mekke’ye yâhûd Medîne’ye varmak maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ الرَّجُلُ عَرْضًا مِنَ الْبَابِ اْلأَوَّلِ إِذَا أَتَى الْعَرُوضَ أَيْ مَكَّةَ أَوِ الْمَدِينَةَ Ve bir kimsenin önüne arkuru bir iş zuhûr eylemek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ لَهُ كَذَا وَعَرِضَ عَرْضًا مِنَ الْبَابِ الثَّانِي وَالرَّابِعِ إِذَا ظَهَرَ عَلَيْهِ وَبَدَا Ve bir kimseye bir nesneyi izhâr eylemek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ الشَّيْءَ لَهُ إِذَا أَظْهَرَهُ لَهُ Ve bir nesneyi bir kimseye göstermek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ الشَّيْءَ عَلَيْهِ إِذَا أَرَاهُ إِيَّاهُ Ve bir nesneyi bir nesne üzere arkuru komak maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ الْعُودَ عَلَى الْإِنَاءِ وَالسَّيْفَ عَلَى فَخِذِهِ عَرْضًا مِنَ الْبَابِ اْلأَوَّلِ وَالثَّانِي إِذَا وَضَعَهُ عَلَيْهِ عَرْضًا Ve bir nesneyi gözden geçirip hâline nazar eylemek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ الْجُنْدَ عَرْضَ عَيْنٍ إِذَا أَمَرَّهُمْ عَلَيْهِ وَنَظَرَ ما حَالُهُمْ يَعْنِي أَمَرَّهُمْ عَلَى بَصَرِهِ لِيَعْرِفَ مَنْ غَابَ مِنْهُمْ وَمَنْ حَضَرَ Ve bir kimsenin hakkına bedel bir nesne vermek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ لَهُ مِنْ حَقِّهِ ثَوْبًا إِذَا أَعْطَاهُ إِيَّاهُ مَكَانَ حَقِّهِ Ve bir kimseye perî ve gûl ve câdû makûlesi görünmek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَتْ لَهُ الْغُولُ وَعَرِضَتْ عَرْضًا مِنَ الْبَابِ الثَّانِي وَالرَّابِعِ إِذَا ظَهَرَتْ Te΄nîsi سِعْلاَةٌ [siʹlât] iʹtibâriyladır. Ve deveye yorgunluktan kesr ve fütûr ʹârız olup fürû-mânde kalmak maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَتِ النَّاقَةُ وَعَرِضَتْ مِنَ الْبَابَيْنِ الْمَزْبُورَيْنِ إِذَا أَصَابَهَا كَسْرٌ Ve at kısmı tek dizgin gibi bir yanı üzere arkuru arkuru gitmek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ الْفَرَسُ إِذَا مَرَّ عَارِضًا عَلَى جَنْبٍ وَاحِدٍ Ve bir nesnenin bir cânibine vurmak yâ dokunmak maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ الشَّيْءَ إِذَا أَصَابَ عُرْضَهُ Ve bir metâʹa değer pahasında bir şey΄-i âher verip mübâdele kılmak maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ بِسِلْعَتِهِ إِذَا عَارَضَ بِهَا يَعْنِي بَادَلَ بِهَا فَأَعْطَى سِلْعَةً وَأَخَذَ أُخْرَى Ve

عَرْضٌ عَلَى السَّيْفِ [ʹarḋ ʹale’s-seyf] ʹAskeri bütün kılıçtan geçirmek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَ الْقَوْمَ عَلَى السَّيْفِ إِذَا قَتَلَهُمْ Ve

عَرْضٌ عَلَى السَّوْطِ [ʹarḋ ʹale’s-savṯ] ʹAskeri bütün kamçıdan geçirmek maʹnâsınadır; yukâlu: عَرَضَهُمْ عَلَى السَّوْطِ إِذَا ضَرَبَهُمْ

اَلْعُرْضُ [el-Urḋ] (ʹayn’ın zammıyla) Şâm diyârında bir belde adıdır. Ve

عُرْضٌ [ʹurḋ] Dağın yöresine denir. Ve her şey΄in cânib ve nâhiyesine denir; ve minhu hadîsu Muḩammed b. el-Ḩanefiyye: ḣكُلِ الْجُبْنَ عُرْضًاḢ أَيِ اعْتَرِضْهُ وَاشْتَرِهِ مِمَّنْ وَجَدْتَهُ وَلاَ تَسْأَلْ عَمَّنْ عَمِلَهُ Yaʹnî “Sen peyniri bulduğun adamdan iştirâ edip ekl eyle ve o peynir kimin işi olduğunu su΄âl ve teftîş eyleme, yaʹnî bu peyniri ʹaceb müslim yoksa sâ΄ir tâ΄ife mi yaptı diye teftîş eyleme.” Ve bu cânib ve nâhiye maʹnâsından müsteʹârdır ki sormaksızın bir tarafından hemân iştirâ ve ekl eyle demektir; ve kezâ minhu yukâlu: نَظَرَ إِلَيْهِ مِنْ عُرْضٍ وَمِنْ عُرُضٍ بِضَمَّتَيْنِ أَيْ مِنْ جَانِبٍ Yaʹnî “Ona bir cânibden baktı” ki açmazdan baktı demektir ve kezâ yukâlu: ḣيَضْرِبُونَ النَّاسَ عَنْ عُرْضٍḢ أَيْ لاَ يُبَالُونَ مَنْ ضَرَبُوا Yaʹnî “ʹAskerin bir tarafından girip kimseye bakmayıp önlerine her kim geldi ise darb eylediler.” Ve

عُرْضُ النَّهْرِ [ʹurḋu’n-nehr] ve

عُرْضُ الْبَحْرِ [ʹurḋu’l-baḩr] Nehrin ve bahrin vasatına denir ki engin yerleridir. Ve

عُرْضُ الْحَدِيثِ [ʹurḋu’l-ḩadîšamp;] Kelâm ve haberin muʹzam mahalline ıtlâk olunur. Ve

عُرْضُ النَّاسِ [ʹurḋu’n-nâs] Kezâlik halkın muʹzam ve müzdeham-gâhına ıtlâk olunur; bunda fethle da câ΄izdir. Ve

عُرْضُ السَّيْفِ [ʹurḋu’s-seyf] Kılıcın yüzüne denir; yukâlu: ضَرَبَهُ بِعُرْضِ السَّيْفِ أَيْ بِصَفْحَتِهِ Ve

عُرْضُ الْعُنُقِ [ʹurḋu’l-ʹunuḵ] Boynun bir cânibine denir; عُرْضَانِ [ʹurḋân] iki cânibidir. Ve

عُرْضٌ [ʹurḋ] Bir gûne yürüyüşe denir ki at kısmında mahmûd ve deve kısmında mezmûmdur ki bir cânibe zor vererek yürümek olacaktır; yukâlu: يَمْشِي عُرْضًا وَهُوَ سَيْرٌ مَحْمُودٌ فِي الْخَيْلِ وَمَذْمُومٌ فِي الْإِبِلِ Ve

عُرْضُ النَّاسِ [ʹurḋu’n-nâs] ʹAvâmm-ı nâsa ıtlâk olunur, gûyâ ki nevʹ-i insândan başka bir nâhiyelerdir; yukâlu: هُوَ مِنْ عُرْضِ النَّاسِ أَيْ مِنَ الْعَامَّةِ Ve

عُرْضُ الْأَسْفَارِ [ʹurḋu’l-esfâr] Hemân seyr ve sefer için nâhiye-i mahsûsa olan nâkaya ıtlâk olunur, gûyâ ki sefer için maʹrûz ve mansûbdur; yukâlu: نَاقَةٌ عُرْضُ أَسْفَارٍ أَيْ قَوِيَّةٌ عَلَيْهِ ve yukâlu: عُرْضُ هَذَا الْبَعِيرِ السَّفَرُ وَالْحَجَرُ أَيْ قَوِيَّةٌ عَلَيْهِ

اَلْعِرَضُ [el-ʹiraḋ] (عِنَبٌ [ʹineb] vezninde) ve

اَلْعَرَاضَةُ [el-ʹarâḋat] (كَرَامَةٌ [kerâmet] vezninde) Bir nesne enli olmak maʹnâsınadır; yukâlu: عَرُضَ الشَّيْءُ عِرَضًا وَعَرَاضَةً مِنَ الْبَابِ الْخَامِسِ إِذَا صَارَ عَرِيضًا

اَلْعِرْضُ [el-ʹirḋ] (ʹayn’ın kesriyle) Cesede denir. Ve bedenden ter tereşşüh edecek yerlere denir ki مَسَامَاتٌ [mesâmât] olacaktır. Kâle’ş-şârih ve minhu hadîsu sifati ehli’l-cenneti: ḣإِنَّمَا هُوَ عَرَقٌ يَجْرِي مِنْ أَعْرَاضِهِمْ مِثْلَ الْمِسْكِḢ أَيْ مَوَاضِعِهِمُ الَّتِي تَعْرَقُ مِنَ الْجَسَدِ Ve bedenin râyihasına denir, gerek hoş ve gerek nâ-hoş olsun; yukâlu: فُلاَنٌ طَيِّبُ الْعِرْضِ أَيِ الطَّيِّبُ الرَّائِحَةِ Ve

عِرْضٌ [ʹirḋ] İnsânın nefs ve zâtına denir; tekûlu: أَكْرَمْتُ عَنْهُ عِرْضِي أَيْ صُنْتُ عَنْهُ نَفْسِي Kâle’ş-şârih ve minhu şiʹru Ḩassân: ḣفَإِنَّ أَبِي وَوَالِدَهُ وَعِرْضِي || لِعِرْضِ مُحَمَّدٍ مِنْكُمْ وِقَاءُḢ فَهَذَا خَاصٌّ لِلنَّفْسِ Ve

عِرْضٌ [ʹirḋ] أَعْرَاضٌ [aʹrâḋ]ın müfredidir ki mahsûs Ḩicâz’ın resâtîk ve kazâ ve nâhiyelerine ıtlâk olunur, Yemen nâhiyesine مِخْلاَفٌ [miḣlâf] ıtlâk olunduğu gibi; yukâlu: هُوَ مِنْ أَعْرَاضِ الْحِجَازِ أَيْ مِنْ رَسَاتِيقِهِ

عِرْضٌ [ʹirḋ] İnsânın nâmûs ve hürmetine denir ki nakîsa ve ʹâr luhûkundan siyânet ve himâyetinde olduğu semt ve tarafıdır, nefsi ve haseb ve şerefi cihetlerinden ʹalâ-kavlin gerek nefsi ve gerek âbâ΄ ve ecdâdı cihetlerinden olsun yâhûd adamın عِرْضٌ [ʹirḋ]ı şol kimsedir ki onun umûr ve ahvâlini rü΄yet ve muhâfaza kendisine lâzım ve vâcib ola, ehl ve ʹayâl ve mahremleri gibi yâhûd adamın medh olunacak ve zemm olunacak mevziʹinden ʹibârettir ki zikr olunanlardan eʹam olur yâhûd adamın عِرْضٌ [ʹirḋ]ı haseb ve şereften medâr-ı iftihârı olacak nesneden ʹibârettir. Ve gâhca عِرْضٌ [ʹirḋ]la âbâ΄ ve ecdâd murâd olur; yukâlu: فُلاَنٌ نَقِيُّ الْعِرْضِ وَهُوَ جَانِبُ الرَّجُلِ الَّذِي يَصُونُهُ مِنْ نَفْسِهِ وَحَسَبِهِ أَنْ يُنْتَقَصَ وَيُثْلَبَ أَوْ سَوَاءٌ كَانَ فِي نَفْسِهِ أَوْ سَلَفِهِ أَوْ مَنْ يَلْزَمُهُ أَمْرُهُ أَوْ مَوْضِعُ الْمَدْحِ وَالذَّمِّ مِنْهُ أَوْ مَا يَفْتَخِرُ بِهِ مِنْ حَسَبٍ وَشَرَفٍ وَقَدْ يُرَادُ بِهِ الْآبَاءُ وَالْأَجْدَادُ Ve

عِرْضٌ [ʹirḋ] Halîka-i mahmûde ve tabîʹat ve cibillet-i haseneye ıtlâk olunur. Ve gövdenin derisine denir, جِلْدٌ [cild] maʹnâsına. Ve ʹaskere denir, جَيْشٌ [ceyş] maʹnâsına; bunda fethle de lügattir. Ve içinde câ-be-câ köyler ve sular yâhûd hurmâlıklar olan vâdîye denir. Ve Yemâme’de bir vâdî adıdır. Ve ılgın ağacı gibi hamz olan şecere ve misvâk ağacına denir. Ve derenin ve arz ve beledin bir câniblerine, bir nâhiyelerine denir. Ve sehâb-ı ʹazîme denir. Ve çok çekirgelere denir ki havâyı ihâta ederler. Ve adama dâ΄imâ bâtıl ve beyhûde ile muʹteriz olan fodul kimseye denir; mü΄ennesi عِرْضَةٌ [ʹirḋat]tir; yukâlu: هُوَ عِرْضٌ أَيْ يَعْتَرِضُ النَّاسَ بِالْبَاطِلِ Ve

Vankulu Lugatı - العرض maddesi

اَلْعَرَضُ [el-ʹaraḋ] (fethateynle) Şol nesnedir ki insâna ʹârız olur, marazdan ve maraza şebîh nesneden. Ve

عَرَضٌ [ʹaraḋ] Dünyâ ve mâl-ı dünyâya derler, kalîl olsun kesîr olsun; yukâlu: اَلدُّنْيَا عَرَضٌ حَاضِرٌ يَأْكُلُ مِنْهَا الْبَرُّ وَالْفَاجِرُ Ve

عَرَضٌ [ʹaraḋ] ʹAskeri gözden geçirip yoklamak maʹnâsına da geli, عَرْضٌ [ʹarḋ] gibi râ’nın sükûnuyla, nitekim mürûr etti, pes râ’nın fethi ve sükûnu lügat olur قَبَضٌ [ḵabaḋ]la قَبْضٌ [ḵabḋ] gibi. Ve

عَرَضٌ [ʹaraḋ] Şol oka yâhûd şol taşa derler ki bir nesneye kasd edip ona ve gayra dokuna; yukâlu: سَهْمُ عَرَضٍ وَحَجَرُ عَرَضٍ بِالْإِضَافَةِ ve minhu kavluhum: “عُلِّقْتُهَا عَرَضًا” Bu kelâmı şol kimse tekellüm eder ki bir ʹavret arkırı geçerken bilâ-ihtiyâr ona gönül bağlaya.

اَلْعَرْضُ [el-ʹarḋ] (ʹayn’ın fethi ve râ’nın sükûnuyla) Zâhir olmak; yukâlu: عَرَضَ لَهُ أَمْرُ كَذَا يَعْرِضُ إِذَا ظَهَرَ Ve

عَرْضٌ [ʹarḋ] Her nesneyi bir kimseye iʹlâm etmeğe de derler; yukâlu: عَرَضْتُ عَلَيْهِ أَمْرَ كَذَا Ve izhâr maʹnâsına da gelir; tekûlu: عَرَضْتُ لَهُ الشَّيْءَ إِذَا أَظْهَرْتَهُ لَهُ وَأَبْرَزْتَهُ إِلَيْهِ Ve

عَرْضٌ [ʹarḋ] Bir nesneyi bir nesnenin mekânına bildirmeğe de derler; yukâlu: عَرَضْتُ لَهُ ثَوْبًا مَكَانَ حَقِّهِ وَعَرَضْتُ الْبَعِيرَ عَلَى الْحَوْضِ وَهُوَ مِنَ الْمَقْلُوبِ وَمَعْنَاهُ عَرَضْتُ الْحَوْضَ عَلَى الْبَعِيرِ Ve bir nesneyi gözden geçirdim demek maʹnâsına da gelir; yukâlu: عَرَضْتُ الْكِتَابَ وَعَرَضْتُ الْجُنْدَ عَرْضَ الْعَيْنِ إِذَا أَمْرَرْتَهُمْ عَلَيْكَ وَنَظَرْتَ مَا حَالُهُمْ Ve ʹûd ağacın micmere komağa da derler; yukâlu: عَرَضْتُ الْعُودَ عَلَى الْإِنَاءِ Ve kılıcı uyluğu üzerine komağa yaʹnî takınmağa da derler; yukâlu: عَرَضَ السَّيْفَ عَلَى فَخِذِهِ يَعْرِضُهُ وَيَعْرُضُهُ Yaʹnî bâb-ı sânîden ve bâb-ı evvelden gelir ve يَعْرُضُ bâb-ı evvelden gelmek bu maʹnâya mahsûstur. Ve kılıçtan geçirmek maʹnâsına da gelir; yukâlu: عَرَضْتُهُمْ عَلَى السَّيْفِ قَتْلًا Ve bir kimseye dev ve peri yürütmeğe de derler; yukâlu: عَرَضَتُ لَهُ الْغُولَ وَعَرِضْتُ مِنَ الْبَابِ الثَّانِي وَالرَّابِعِ Ferrâ eyitti: مَرَّ بِي فُلَانٌ فَمَا عَرَضْتُ لَهُ derler ve مَا عَرِضْتُ dahi derler râ’nın fethi ve kesriyle ve لَا تَعْرِضُ لَهُ وَلَا تَعْرَضَ لَهُ derler râ’nın kesri ve fethiyle ki ikisi de lügat-ı ceyyidedir ve Mekke’ye ve Medîne’ye gelmeğe haresehumallâhu taʹâlâ ve etrâfına gelmeğe dahi derler; yukâlu: عَرَضَ الرَّجُلُ إِذَا أَتَى الْعَرُوضَ Ve

عَرُوضٌ [ʹarûḋ] (ʹayn-ı mühmelenin fethiyle) Mekke ve Medîne’den ve onlara karîb yerlerden ʹibârettir. Ve

عَرْضٌ [ʹarḋ] Metâʹa dahi derler. Ve her nesne ki altından ve akçeden gayrıdır ona عَرْضٌ [ʹarḋ] derler ve altına ve akçeye عَيْنٌ [ʹayn] derler. Ve Ebû ʹUbeyd eyitti: عَرُوضٌ [ʹarûḋ] şol metâʹlara dahi derler ki onlara keyl ve vezn girmeye ve hayvân ve ʹakâr kısmı olmaya. Ve

عَرْضٌ [ʹarḋ] Bir cins beze de derler, sevb-i mahsûs maʹnâsına. Ve

عَرْضُ النَّاسِ [ʹarḋu’n-nâs] Nâsın mâ-beyni demek. Ve

عَرْضٌ [ʹarḋ] Dağın bir cânibine dahi derler ki ʹasker-i ʹazîm ona teşbîh olunup eydürler: مَا هُوَ إِلَّا عَرْضٌ مِنَ الْأَعْرَاضِ Ve

عَرْضٌ [ʹarḋ] Arkırı maʹnâsına da gelir ki طُولٌ [ṯûl]ün mukâbilidir. Ve

عَرْضٌ [ʹarḋ] Deveye arkırı dâg vurmağa da derler; tekûlu minhu: عَرَضَ بَعِيرَهُ عَرْضًا

اَلْعُرْضُ [el-ʹurḋ] (ʹayn’ın zammı ve râ’nın sükûnuyla) Nâhiye maʹnâsınadır; her ne cânibden olursa. Ve yüzün bir cânibine dahi derler; yukâlu: نَظَرَ إِلَيْهِ بِعُرْضِ وَجْهِهِ كَمَا يُقَالُ بِصُفْحِ وَجْهِهِ Ve

عُرْضٌ [ʹurḋ] Mâ-beyn maʹnâsına dahi gelir; yukâlu: رَأَيْتُهُ فِي عُرْضِ النَّاسِ أَيْ فِيمَا بَيْنَهُمْ Ve

عُرْضٌ [ʹurḋ] ʹAvâmmu’n-nâs maʹnâsına dahi gelir; yukâlu: هُوَ مِنْ عُرْضِ النَّاسِ أَيْ هُوَ مِنَ الْعَامَّةِ Ve kuvvet ve kudret maʹnâsına dahi gelir; yukâlu: نَاقَةٌ عُرْضُ أَسْفَارٍ أَيْ قَوِيَّةٌ عَلَى السَّفَرِ وَعُرْضُ هَذَا الْبَعِيرِ السَّفَرُ وَالْحَجَرُ أَيْ مَا يَتَقَوَّى عَلَيْهِ السَّفَرُ وَالْحَجَرُ Ve gâh olur açmazdan demek mahallinde istiʹmâl olunur; yukâlu: نَظَرْتُ إِلَيْهِ عَنْ عُرْضٍ أَيْ عَنْ جَانِبٍ وَنَاحِيَةٍ Ve keyfe mattefak makâmında dahi istiʹmâl olunur; yukâlu: خَرَجُوا يَضْرِبُونَ النَّاسَ عَنْ عُرْضٍ أَيْ عَنْ شَقٍّ وَنَاحِيَةٍ كَيْفَ مَا اتَّفَقَ لَا يُبَالُونَ مَنْ ضَرَبُوا Ve her ne yerde bulursan demek mahallinde dahi istiʹmâl olunur; yukâlu: ضَرَبَ عُرْضَ الْحَائِطِ أَيِ اعْتَرَضَهُ بِهِ حَيْثُ وَجَدْتَ مِنْهُ ve yukâlu: “كُلِ الْجُبْنَ عُرْضًا” أَيِ اعْتَرِضْهُ وَاشْتَرِهِ مِمَّنْ وَجَدْتَهُ وَلَا تَسْأَلْ عَنْ عَمَلَهُ أَمِنْ عَمَلِ أَهْلِ الْكِتَابِ أَوْ مِنْ عَمَلِ الْمَجُوسِ

اَلْعِرَضُ [el-ʹiraḋ] (ʹayn’ın kesri ve râ’nın fethiyle) Bir nesne enli olmak. Ve

اَلْعَرَاضَةُ [el-ʹarâḋat] (ʹayn’ın fethiyle) Bi-maʹnâhu; yukâlu: عَرُضَ الشَّيْءُ يَعْرُضُ عِرَضًا مِنَ الْبَابِ الْخَامِسِ مِثْلُ صَغُرَ صِغَرًا وَعَرَاضَةً Ve

الْعَرِيضِ [el-ʹarîḋ] (ʹayn’ın fethi ve râ’nın kesri ve meddiyle) Enli olan nesne; yukâlu: فُلَانٌ عَرِيضُ الْبِطَانِ إِذَا كَانَ فِينَا Ve بِطَانٌ [biṯân] bâ’nın kesriyle) şol kolana derler ki deve pâlânı üzere çekerler. Ve

اَلْعُرَاضُ [el-ʹurâḋ] (ʹayn’ın zammıyla) Bi-maʹnâhu: أَيْ بِمَعْنَى الْعَرِيضِ كَالْكِبَارِ بِمَعْنَى الْكَبِيرِ Ve Cevherî عُرَاضٌ [ʹirâḋ]ı mükerrer îrâd etmiştir عَرِيضٌ [ʹarîḋ] maʹnâsına, bir bu makâmda zikr etmiştir bir dahi عَرَاضَةٌ [ʹarâḋat] ʹakibinde zikr etmiştir, lâkin münâsib olan bu idi ki aşağıda عَرَاضَةٌ [ʹarâḋat] عَرِيضٌ [ʹarîḋ] maʹnâsına gelir deyip كِبَارٌ [kibâr]la كَبِيرٌ [kebîr] temsîlin bu makâmda getireydi, hilâfın etti. Ve

عَرِيضٌ [ʹarîḋ] Şol oğlağa derler ki büyüyüp dişi keçiyle cemʹ olmak taleb eyleye.

اَلْعِرْضُ [el-ʹirḋ] (ʹayn’ın kesri ve râ’nın sükûnuyla) Cesedin râyihası gerek râyiha-i tayyibe olsun gerek râyiha-i habîse olsun; yukâlu: فُلَانٌ طَيِّبُ الْعِرْضِ وَمُنْتِنُ الْعِرْضِ وَسِقَاءٌ خَبِيثُ الْعِرْضِ إِذَا كَانَ مُنْتِنًا Ve

عِرْضٌ [ʹirḋ] Cesedin kendiye dahi derler. Ve fî sifati ehli’l-cenneti: “إِنَّمَا هُوَ عَرَقٌ يَسِيلُ مِنْ أَعْرَاضِهِمْ” أَيْ مِنْ أَجْسَادِهِمْ Ve

عِرْضٌ [ʹirḋ] Nefse dahi derler; yukâlu: أَكْرَمْتُ عَنْهُ عِرْضِي أَيْ صُنْتُ عَنْهُ نَفْسِي Ve فُلَانٌ نَقِيُّ الْعِرْضِ أَيْ بَرِيءٌ مِنْ أَنْ يُشْتَمَ أَوْ يُعَابَ Ve baʹzılar eyitti: Recülün عِرْضٌ [ʹirḋ]ı hasebidir. Ve

عِرْضٌ [ʹİrḋ] Kezâlik bir derenin ismidir Yemâme’de. Ve her vâdî ki onun şeceri ola, ona عِرْضٌ [ʹirḋ] derler.

Sıradaki Maddeler

Arama ekranı

Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı