el-maʹḵûl ~ اَلْمَعْقُولُ

Vankulu Lugatı - المعقول maddesi

اَلْمَعْقُولُ [el-maʹḵûl] (mîm’in fethi ve ʹayn’ın sükûnu ve ḵâf’ın zammı ile) Kezâlik masdardır; yukâlu: عَقَلَ يَعْقِلُ عَقْلًا وَمَعْقُولًا مِنَ الْبَابِ الثَّانِي Ve Sîbeveyhi مَعْقُولٌ [maʹḵûl]ün masdar olmasına inkâr edip masdar maʹnâsına gelen مَعْقُولٌ [maʹḵûl]ü te΄vîl edip eyitti: Bir nesne taʹakkul olundukta gûyâ ki onun için bir nesne habs olunur. Ve Sîbeveyhi eyitti: Bununla مَفْعَلٌ [mefʹal] vezni üzere olan masdardan dahi istgnâ hâsıl olur, yaʹnî zihnde hâsıl olan sûret bir iʹtibârla mahbûs olduğu gibi iʹtibârla dahi mahall-i habs olur. Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] Bir nesneyi kabz etmeğe dahi derler; minhu mâ-kîle: يُكْرَهُ أَنْ تُشْتَرَى الصَّدَقَةُ حَتَّى يَعْقِلَهَا السَّاعِي Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] Devâ bir kimsenin içerisin imsâk etmeğe dahi derler; yukâlu: عَقَلَ الدَّوَاءُ بَطْنَهُ إِذَا أَمْسَكَهُ Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] ʹAvret saçın taramağa dahi derler; yukâlu: عَقَلَتِ الْمَرْأَةُ شَعْرَهَا إِذَا مَشَطَتْ Ve ʹammâ ʹArabların “مَا أَعْقِلْهُ عَنْكَ شَيْئًا” dediği دَعْ عَنْكَ الشَّكَّ maʹnâsına. Bu bir kelimedir ki Sîbeveyhi bunu بَابُ الْإِبْتِدَاءِ يُضْمَرُ فِيهِ مَا بُنِيَ عَلَى الْإِبْتِدَاءِ dediği yerde zikr etmiştir ki hâsıl-ı maʹnâ مَا أَعْلَمُ شَيْئًا مِمَّا تَقُولُ فَدَعْ عَنْكَ الشَّكَّ demek olur. Ve bununla istidlâl olunur. Kelâm-ı ʹArabda ihtisâr için izmâr sahîh olduğuna nitekim ʹArabların خُذْ عَنْكَ ve سِرْ عَنْكَ dediklerinde vâkiʹ olmuştur. Ve Bekr Mâzinî eyitti: Ben Ebû Zeyd’e ve Aṡmaʹî’ye ve Ebû Mâlik’e ve Aḣfeş’e cemîʹan bu harfin aslın su΄âl ettim. Bunun hakîkatin bilmeziz diye cevâb verdiler. Ve Aḣfeş eyitti: Ben halk olunalı bunu su΄âl ederim dedi, lâkin bu mahalde Cevherî sehv etmiştir. مَا أَعْقِلْهُ değildir, مَا أَغْفِلْهُ dir, ġayn-ı muʹceme ile ve fâ ile demişler. Ammâ Sîbeveyhi’in bâbü’l-ibtidâ΄ dediğinde murâd ibtidâ-yı mustalah ise Cevherî’nin dediği akreb olur. أَعْقِلْ [aʹḵil] أَعْلَمُ [aʹlemu] maʹnâsına olup devâhil-i mubtedâ ve’l-haberden olmakla. Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] Diyete dahi derler. Aṡmaʹî eyitti: Diyete عَقْلٌ [ʹaḵl] dediklerinin vechi budur ki diyet verilen deve velî-i maktûlün evi önüne bağlanır. Ondan sonra bu kelimenin istiʹmâli şâyiʹ olup her diyet verilen nesneye عَقْلٌ [ʹaḵl] dediler, gerek derâhim gerek denânîr olsun. Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] Kırmızı mihaffe örtüsüne dahi derler. Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] Maktûlün diyetin vermeğe dahi derler; tekûlu: عَقَلْتُ الْقَتِيلَ إِذَا أَعْطَيْتَ دِيَتَهُ Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] Diyet için قَوَدٌ [ḵaved]i terk etmeğe dahi derler; tekûlu: عَقَلْتُ لَهُ دَمَ فُلَانٍ إِذَا تَرَكْتَ الْقَوَدَ لِلدِّيَةِ Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] Bir kimseden bedel olup ona lâzım olan diyeti edâ etmeğe dahi derler. Pes bu zikr olunan ile عَقَلْتُهُ ve عَقَلْتُ عَنْهُ ve عَقَلْتُ لَهُ beyninde olan fark zâhir olur. Ve fi’l-hadîsi “لَا تَعْقِلُ الْعَاقِلَةُ عَمْدًا وَلَا عَبْدًا” Ebû Ḩanîfe eyitti: Bu hadîsin maʹnâsı ʹabd-i hürr üzerine cinâyet etmektir. Ve İbn Ebî Leylâ eyitti: Hür ʹabd üzerine cinâyet etmektir. Aṡmaʹî, İbn Ebî Leylâ’nın kavlin savâb görüp eyitti: Eger murâd Ebû Ḩanîfe dediği olaydı ʹibâret-i hadîs لَا تَعْقِلُ الْعَاقِلَةُ عَنْ عَبْدٍ olurdu,لَا تَعْقِلُ عَبْدًا olmazdı. Ve Aṡmaʹî eyitti: Ben Ebû Yûsuf-ı Kâdî ile meclis-i Reşîd’de mükâleme ettim,عَقَلْتُهُ ile عَقَلْتُ عَنْهُ maʹnâsın fark etmedi, hatta ona tefhîm ettim dedi. Ve

عَقْلٌ [ʹaḵl] Devenin dizin iki kat edip zirâʹın orta yerden bağlamağa dahi derler; tekûlu: عَقَلْتُ الْبَعِيرَ أَعْقِلُهُ عَقْلًا مِنَ الْبَابِ الثَّانِي

Sıradaki Maddeler

Arama ekranı

Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı