faṡl ~ فَصْلٌ

Kamus-ı Muhit - فصل maddesi

اَلْفَصْلُ [el-faṡl] (وَصْلٌ [vaṡl] vezninde) İki nesne aralığında hâciz olan şey΄e denir. Fi’l-asl masdardır, فَاصِلٌ [fâṡil] maʹnâsınadır; yukâlu: بَيْنَهُمَا فَصْلٌ أَيْ حَاجِزٌ Ve aʹzâ-i bedende olan iki kemiğin kavuştukları yere denir ki en yeri taʹbîr olunur, مَفْصِلٌ [mefṡil] dahi denir. Mü΄ellif كُلُّ مُلْتَقَى عَظْمَيْنِ مِنَ الْجَسَدِ ʹibâretiyle tefsîr eylemekle öylece terceme olundu, yoksa muktezâ-yı mâdde iki kemik birbirinden ayrılan yer olmaktır. Gerçi iki maʹnâ beyninde mülâzeme vardır, ammâ mü΄ellifin taʹrîfi أَوْصَالٌ [evṡâl] mâddesine mülâyimdir. Ve ʹan-karîb mezkûr olan فَصْلُ الْجَسَدِ bundan eʹammdır, zîrâ baʹzı mültekî olan kemikler vardır ki kimi أَرْبِطَةٌ [erbiṯat] ve أَوْصَالٌ [evṡâl] ile melsûktur ve kimi müdervezedir ve kimi müselseledir ve kiminin re΄si muhkem ve âhirde نُقْرَةٌ [nuḵret] olmakla ona idhâl ve ihkâm olunmuştur ve kimi esnân-ı minşâr şeklinde olup نُقْرَةٌ [nuḵret]lere idhâl olunmuştur. Pes فَصْلُ جَسَدٍ [faṡlu cesed] bunlara şâmildir. Ve

فَصْلٌ [faṡl] Hak söze denir, فَاصِلٌ [fâṡil] maʹnâsınadır; yukâlu: قَوْلُهُ فَصْلٌ لَا هَذْرٌ أَيْ حَقٌّ Ve

فَصْلُ الْجَسَدِ [faṡlu’l-cesed] Bedenin oynak yerine denir ki mevziʹ-i فَصْلٌ [faṡl]dır; bedende her iki فَصْلٌ [faṡl]ın aralığında bir وَصْلٌ [vaṡl] vardır ki o sinirdir, kemikler birbirine onunla mürtebit olmuştur. Ve

فَصْلٌ [faṡl] Nuhâttan Baṡriyyûn ʹindinde Kûfiyyûn’un عِمَادٌ [ʹimâd] ıtlâk ettikleri zamîrden ʹibârettir, yaʹnî Baṡriyyûn o zamîre فَصْلٌ [faṡl] ve Kûfiyyûn عِمَادٌ [ʹimâd] ıtlâk ederler, ke-kavlihi taʹâlâ: ﴿إِنْ كَانَ هَذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ﴾ اَلْآيَة بِنَصْبِ الْحَقِّ لِخَبَرِيَّتِهِ فَقَوْلُهُ هُوَ فَصْلٌ وَعِمَادٌ Mütercim der ki bu zamîrin şânında Muġni’l-Lebîb dört mes΄ele vazʹ ve şurût ve fevâ΄idini bast eylemiştir fe’lyurâcaʹ. Ve

فَصْلٌ [faṡl] Hakk ile bâtıl beynini fark ve temyîz ile olan hükm ve kazâ΄ maʹnâsınadır, فَيْصَلٌ [fayṡal] dahi bu maʹnâyadır; yukâlu: لَمْ يَرْضَ بِفَصْلِهِ وَبِفَيْصَلِهِ أَيْ قَضَائِهِ بَيْنَ الْحَقِّ وَالْبَاطِلِ Ve veledi memeden kesmek maʹnâsınadır; yukâlu: فَصَلَ الْمَوْلُودَ عَنِ الرَّضَاعِ فَصْلًا مِنَ الْبَابِ الثَّانِي إِذَا فَطَمَهُ Bundan ism فِصَالٌ [fiṡâl]dir, ke-mâ se-yuzkeru. Ve iki nesne aralığına hâciz olup فَاصِلَةٌ [fâṡilet] vermek maʹnâsınadır ki mâ-kablinin müntehî olduğunu işʹâr için olur, hadd ve sınır gibi; yukâlu: فَصَلَ بَيْنَهُمَا إِذَا حَجَزَ Ve bir nesneyi kesip ayırmak maʹnâsınadır; yukâlu: فَصَلَهُ إِذَا قَطَعَهُ وَأَبَانَهُ Ve

فَصْلٌ [faṡl] Ehl-i ʹarûz ıstılâhında beytin ʹarûzuna mahsûs olan tagyîre ıtlâk olunur ki haşvlerde o tagyîr câ΄iz olmaya. Ve bu ʹarûzdan bir yâhûd birden ziyâde harf-i müteharriki iskâtla hâsıl olur, pes böyle tagyîre فَصْلٌ [faṡl] ıtlâk olunur.

فُصَلُ [Fuṡal] (زُفَرُ [zufer] vezninde) Vâhiddir, yaʹnî hem-nâmı yoktur. Ve o, Cuheyne kabîlesinden bir kimsedir; lâkin savâb olan ḵâf ile olmaktır, fâ ile galat-ı sarîhtir. İsmâʹîl b. Ḩâlid cenâbından bize sened-i muttasıl ile mervîdir ki zuhûr-ı âfitâb-ı İslâm’dan mukaddemce kabîle-i Cuheyne’den ʹUmeyr b. Cundeb nâm bir şahs vefât eylemekle techîz ve tekfîn olunup tâbûta vazʹ olunduktan sonra eliyle başından pûşîdesini açıp kuʹûd ve أَيْنَ الْقُصَلُ diye ʹamuca-zâdesi olan Ḵuṡal nâm kimseyi su΄âl eyledi. Etrâfında olan adamlar bu hâli müşâhede eyledikte taʹaccüble “Subhânallâh, Ḵuṡal’ı neylersin? O şimdi gitti!” dediklerinde işbu taʹbîrât-ı müseccaʹa ile tekellüm ve ifâde-i hâl eyledi: “أُتِيتُ فَقِيلَ لِي لِأُمِّكَ الْهَبَلْ، أَلَا تَرَى إِلَى حُفْرَتِكَ تُنْتَثَلْ، وَقَدْ كَادَتْ أُمُّكَ تَثْكَلْ، أَرَأَيْنَاكَ إِنْ حَوَّلْنَاكَ إِلَى مُحَوَّلْ، ثُمَّ غُيِّبَ فِي حُفْرَتِكَ الْقُصَلْ، الَّذِي مَشَى فَاحْزَأَلْ، ثُمَّ مَلَأْنَاهَا مِنَ الْجَنْدَلْ، أَتَعْبُدُ رَبَّكَ وَتُصَلْ، وَتَتْرُكُ سَبِيلَ مَنْ أَشْرَكَ وَأَضَلْ” Bu ʹibâdete أُتِيتُ kelimesi mâzî-i meçhuldür. Ve هَبَلْ fethateynle vâlide veledini yavı kılmağa denir. Ve تُنْتَثَلْ [tuntešamp;el] إِنْتِثَالٌ [intišamp;âl]den muzâriʹ-i mechûldür, kazılan çukurdan toprak çıkarmak maʹnâsınadır. Ve مُحَوَّلٌ [muḩavvel] تَحْوِيلٌ [taḩvîl]den ism-i mekândır. Ve غُيِّبَ [ġuyyibe] تَغْيِيبٌ [taġyîb]den mâzî-i mechûldur. Ve إِحْزَأَلَ kelimesi إِحْزِيلَالٌ [iḩzîlâl]den mâzîdir, yürüyüşü artırmak maʹnâsınadır. Mefhûmu budur ki “Bana bir şahs gelip dedi ki görmez misin ki işte kabrin hafr olunuyor, validen seni yavı kılmak üzeredir! Ne dersin, re΄y eder misin ki seni başka yere tahvîl edip Ḵuṡal senin yerine defn olunup hufresini taş ile dopdolu edelim ve min-baʹd sen ehl-i şirk ü dalâlet yolunu terk birle hâlıkına tâʹat ve ʹibâdet eder misin? demektir. Baʹdehu o kâ΄ile ben dahi نَعَمْ diye teklîfini tekabbül eyledim.” Râvî der ki mezbûr ondan sonra ifâkat bulup niçe zamân sâha-i hayâtta muʹammer olup ve niçe hatunlar tezevvüc ve müteʹaddid evlâdları zuhûr eyledi. Ve Ḵuṡal vakʹa-i merkûmeden üç gün mürûrunda fevt ve ʹUmeyr’e ihzâr olunan kabre defn olundu.

Vankulu Lugatı - فصل maddesi

اَلْفُصُولُ [el-fusûl] (zammeteynle) Cemʹi, mevsimler maʹnâsına. Ve

فَصْلٌ [faṡl] Kesmeğe dahi derler; yukâlu: فَصَلْتُ الشَّيْءَ فَانْفَصَلَ أَيْ قَطَعْتُهُ فَانْقَطَعَ Ve çıkmak maʹnâsına dahi gelir; yukâlu: فَصَلَ مِنَ النَّاحِيَةِ إِذَا خَرَجَ

Sıradaki Maddeler

Arama ekranı

Sitemizde detaylı hızlı ve kolay arama ekranı